"Eskimeyen kitaplar"

Sonsuz Mekan ya da İmkanın Peşinde

 

SONSUZ MEKÂN YA DA İMKANIN PEŞİNDE
Öğrencim Mehmet Çakmak’a
Mekanı okuyacak gönül dileğiyle
 
Türkiye’de bilginin değeri açısından hangi zaman daha geçerlidir? Geçmiş zaman mı, şimdiki zaman mı yoksa gelecek zaman mı? Bu değere “inşa” sözcüğüyle bakmak gerekir. Çünkü her zaman ve onunla beraber gelen imkan kendini, kendi olanı inşa eder. Bugün için, günü inşa ederek geleceği inşa edecek bir anlayıştan söz edilebilir mi? Bu soruyu kolay kolay olumlamak mümkün görünmüyor. Ama bazı gelişmeler, yeniden bir şeylerin inşa edilebileceğinin işaretini de vermiyor değil. Bir de işin için sufi heybesindeki “nasip” hırkasını da katmak lazım.
Bir gelecek inşası nasıl olabilir? Bu mümkün müdür? Elbette buna mümkün değildir demek insaf sınırlarını fazlasıyla zorlar. O zaman geleceğin inşasına nereden ve nasıl başlamak gerekir? Geleceğe dönük bir yüzle bunu geçmişte aramak, inşa ameliyesinin başlangıcı aslında.Türkiye’de bilginin değerini bilen bir ekip, sırlarıyla çoktan yola revan oldular. Her sahada çekildiler bizim hayatımızdan. Demek ki bilginin değeri hayatmış, bizi biz yapan bir hayat.
Sırlarıyla aramızdan çekilen insanlardan biri de Bilge Mimar Turgut Cansever Hoca. Cansever hoca, sırlarıyla  yola revan olurken, geride geçmişin dilini  bugünün diline anlatan bir çalışmlalar dizini ya da görsel imkan da bıraktı. Bu imkanlardan biri de Cansever’in sesini duyan Faruk Deniz tarafından yayıma hazırlanan Cansever Hoca’n ın 1949’da Doktora tez çalışması.
Güzel Sanatlar Akademisi Mimarlık bölümü mezunu genç Cansever, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dekanlığına başvurarak Sanat Tarihi şubesinde doktora yapmak ister. Hocası Avusturya’nın ünlü sanat  tarihçisi Josef Stryzgowski’nin öğrencisi Ernest Diez’dir. Ernest Diez’in kimliği ve kendisi hakkında koparılan yaygaralar bu yazınıın sınırları/imkanlarını zorlar. Ama nedendir bilinmez Cumhuriyet’İn sığ anlayışı Alman sanat tarihçisini de etkiler. (Birilerinin Cumhuriyeti sığlık açısından yeniden incelemesi gerekir, diye düşünüyorum.)
Diez öğrencisi Cansever’den “Sütun başlıkları”nı çalışmasını ister. Diez, mimar olan talebesinin mimarlık bilgisi ile genetik estetik meselesini  bütünleştirmesini arzu eder. İlk başta tez konusuna sıcak bakmayan Cansever, Hocası İpşiroğlu’nunda onayı ve tavassutuyla razı olur konuya.
Cansever tez konusunu  sadece İstanbul’la sınırlamaz. Cansever, Edirne’den Sivas’a 14 şehirde, 111 farklı yapıyı ziyaret eder ve toplam 252 resim  ve fotoğraf tab eder. Cansever, 1946’da başladığı tez çalışmasına 1949’da sonlandırarak doktorluk payesini alır. Türkiye’nin ilk sanat tarihi doktoru olur. Ne garip bir tecellidir ki bu durumundan bilgi mahfillerinde bahsedilmez bile. Hatta Cansever, sırlandı ama doktora diplomasını göremedi dünya gözüyle.
Bir şey ancak zamanı gelince ancak zuhura çıkar.  Bunu en iyi sufiler bilir. 1949’da tezini tamamlayan Türkiye’nin   ilk sanat tarihi doktoru, hayatında verdiği bir seminer dersinin yeniden bazı şeyleri hatırlamasına vesile olacağını düşünmüş müdür? Ben Cansever için inandıklarım ve biliştiklerim gereği-ki bazıları bu tür bilgiyi kabullenmeyerek cahilliklerini izhar ekmekte- evet  derim. O vakti ve saati mekan sabrıyla bekleyen bir isimdir. Kendisini seminer sırasında dinleyen genç delikanlının gözlerindeki dikkat ilgisini çekmiş olacak ki- hem nasıl ilgisini çekmesin ki Cansever nesli arayan bir nesildir haddizatında- doktora çalışmasına ve doçentlik çalışmasına can vermek o gence nasip olacaktır. Bu sözler Cansever’in fem-ı muhsininden dökülerek kayda geçer: “Ben doğrusu bir şeyden çok emindim. Hatırlıyorum, çocuklarım, kardeşlerim ‘Sen bunları yazıyorsun ama kim okuyacak, yazacak?’ diyorlardı. ‘Birileri okuyacak biliyorum’ diyordum. Çok bahtiyarlık oluyor benim için.”
Bu cümlelerle tezin basılması için bir imkana kapı aralayan Faruk Deniz, tezdeki eksik fotoğrafların peşine düşer. Faruk Deniz, Anadolu’daki eselerin fotoğraflarını çekmek için yola revan olur. Ne olurdu girişe seyahat notlarını da ekleseydi Faruk Deniz. Kimbilir ne bereketli imkana kapılar aralanmıştır? Anadolu’daki fotoğrafların bir kısmını kendi çeker. Bir kısmında dostları vesile olur. Hatta bir fotoğrafın çekilmesi, Süleymaniye Camiiin tadilatı sırasında mekanda çalışma imkanı bulan vefa isminin tecellisi, öğrencim Mehmet Çakmak’a nasip oldu.
Cansever’in tezi sanat tarihi açısından yapılan ilk tez açısından önemli olmakla beraber, Osmanlı Selçuklu sütun başlıklarının geleneğini ortaya koyması bakımında da önem arz eder. Andolu coğrafyasını yurt edinmeye gayreti içinde olan Selçuklu ya da Osmanlı tecrübesi Anadoluyu Selçuklu y da Osmanlı yurdu haline getirirken Anadolu’nun kadim unsurlarını da bünyesine katmayı ihmal etmemiştir. Cansever tez çalışmasında üslup-varlık ilişkini çözümlemeye gayret eder.
Faruk Deniz girişin sonunda şöyle sorular yöneltir okura: “Cansever çok erken bir dönemde eksik gördüğü bir alanda öncü bir çalışma yapmıştı. Geçen süre içerisinde beklenti, gerek İpşiroğlu ve gerekse Ülken’in vurguladığı üzere, benzer çalışmaların sayısının  artması ve bu vesileyle Selçuk-Osmanlı sanatının şümullu bir şekilde aydınlanmasıydı. Dönemim Edebiyat Fakültesi Dekanı olarak İpşiroğlu’nun, Cansever’İn doktora tezine yazdığı rapordaki ‘yabancı bir dildeki  tercümesi ile birlikte Fakülte neşriyatı arasında ilim alemine arz edilmesi” dileği  niçin gerçekleşmedi? Hem konu hem de üslup, keyfiyet olarak bu mihvalde çalışmaların devamı niçin gelmedi? Türkiye’deki sanat tarihi çalışmaları Diez’in açtığı yolda ilerleyemedi, niçin felsefeden bu kadar uzaklaştı?”
Sorular çok, cevaplar uzun talipli ise görünür de yok…
Zeki  DURSUN
 
Kaynak : Müfredat dergisi 4. sayı